Satın aldığımız gıdaların izini sürmek hiç kolay değil. 2014 yılı BM tarafından Aile Çiftçiliği yılı ilan edildi. Günlük yaşamlarımızın neresinde bununla ilgili bir şeylere rastlıyoruz? Bu yılın son aylarındayız ve süpermarketler, televizyonlar, gazeteler, işyerlerimiz, dost sohbetleri, hatta gezdiğimiz köylerde bile bu konuda en ufak bir işaret görmedik. Küçük çiftçilerin, geleneksel gıdanın, köy ürünlerinin doğal ve organik soslarda pazarlanması dışında içeriğine ilişkin derinlemesine bir sorgu yok. Bu yönde politik hiçbir samimi strateji yok. Karmakarışık bir zincirde özel ışıklandırılmış raflarda karşımıza çıkan endüstriyel gıdaların özüne giden yolculuğu keşfetmek neredeyse imkânsız. Mesele sadece yasal engeller değil; bu konuda araştırma yapabilecek hiçbir üniversite, kamu kurumu veya özel şirket sistemin güçlü muhalefetini göze alacak cesarete sahip değil. Daha da ötesinde, sistem arzu ettiği sonuçları, altında ”güvenilir” imza sahiplerine ait raporlar şeklinde üretecek yöntemlerle bu kurumlara zaten yeterince görev (ve para) yüklemiş vaziyette.
Ürünlere ait sorgulamada önce etiketleri düşünelim. Örneğin, otoparklı marketten atıştırmalık, meşhur markalı birkaç cips paketi aldınız. İçeriği, patates, modifiye nişasta, mısır özü yağı, tuz ve e katkı maddeleriyle zenginleştirilmiş baharatlar… Her bir maddenin geçmişiyle ilgili uzun yolculuğa göz atalım hayallerimizde (zira bu yolculuk detayları oldukça gizlidir ve asla gerçeği öğrenemezsiniz). Her birinin satın alımında daima ucuz olan tercih edilir; daha düşük fiyat baskısında, kalite denen hınzır parametre çıtası kabul edilebilir standartların asgari seviyesine takılı kalır. Ve bu hınzır rekabet koşullarında, öne çıkan ana hammadde mısırdır. Evet, azılı bir örgüt gibi çalışır mısır. Zira ortalama 30 bin ürün içeren bir süpermarketin tüm , – evet tüm, sadece gıda değil, ürünlerinin dörtte biri mısır içeriyor. Bunların büyük bir kısmı yediğimiz ve içtiğimiz gıdaların içeriğinde yazmaz bile. Farkında olmadan mısırla büyüyen bir toplum olduysak, bunun yegâne yaratıcısı endüstriyel büyük gıdacılar. Biyoteknoloji devlerinin yarattığı genetik devrim sonrası GDO’lu ürünlerin de bu kervan içinde payı her geçen gün büyümekte. İstediğiniz kadar uğraşın, hayvanlarımızın beslenmesinde kullanılan mısırın GDO’lu olabilmesi, siz cips yemeseniz bile, gıda olarak elde edilen birçok türevin ve katkılı ürünlerin (örneğin, hayvan gübresi ile büyütülmüş domates), “organik” bile olsa doğallığı konusunda bir soru işaret oluşturmaya yeterli.
Mamul ürünlerin üretimlerinde kullanılan ana hammaddelerin de aynı coğrafyalarda, çok büyük kilometreler kat etmeden üretildiğini teyit edebilmek türlü karakterlerde süslenmiş etiketlere göre çok daha kıymetli. Belki bir gün daha farklı duygularda, şöyle etiketler yaratabiliriz:
Ürün: Domates Salçası, İçerik: domates, tuz, Zincir: domates yerel tohumdan üretilmiştir, üretiminde koyun kemiresi ve dağ suyu kullanıldı. Koyunlarımız yılın 300 günü dağda serbest beslendi, 65 gün ise dağdan toplanan meşe yaprağı yediler. Üretim süreci: Domatesler odun ateşinde kalaylı kazanda kaynatıldılar ve gördüğünüz cam şişede konservelendiler. Afiyet olsun.
Sadece kuşkucu olmak değil amaç. Ama zihinlerimiz açlığımıza yenik düşmezse, sabırla seçici tercihlerde daha doğru, etik ve temiz gıdalara ulaşmak için şansımız var. Bu el birliğinde, herkesin hem iradesi hem de sorumluluğuna ihtiyacımız var. “Parasını verdim, alırım!” demeyen, her birimizin üretim sürecinin bir parçasına dönüştüğümüz (ve daha az hazır sigara içen) bir toplum olduğumuzda, afiyet ve mutluluk birlikte gelecek; buna şüpheniz olmasın.
Dip not: Eski kavimlerin sosyokültürel araştırmalarına benzer olarak, güncel beslenme alışkanlıklarımızın sorgulanmasında insanların et ve saç örneği alınarak Karbon İzotop analizleri, en az kolesterol veya şeker testleri kadar yaygınlaşabilir.